Elektronik Dalgalanmalar
Elektronik Dalgalanmalar projesi, evrenin oluşumundan bilincin doğuşuna uzanan bir ses yolculuğu. Bu performans, evreni ve hayatı algılama biçimimin müzikteki yansıması. Sahnede arkadaşlarımla, elektronik sesler, doğaçlamalar ve özgün bestelerle canlı bir anlatı kuracağız. Her bölüm, zamanın ilk vuruşundan bugüne uzanan hikayenin bir parçası.
SAHNE PERFORMANSI
Çağdaş Topal
10/31/20257 min read


Elektronik Dalgalanmalar
2 Kasım 2025 Performans Manifestosu
Not : Bu metin, performansın manifestosu ve yol haritası niteliğindedir.
Bölüm I: Büyük Patlama
Her şeyin başlangıcı...
Helyum ve nitrojen gazı, görünmez iki nefes gibi sahnenin derinliklerinde buluşur.
Sessizce büyüyen titreşimler, bir sequencer’ın kalbinde kıvılcım arar.
Atmosfer, giderek artan bir basınçla sıkışır; yoğunluk, sesin kendisine dönüşür.
Birden bir ses yankılanır...
“Silence” Zamansız bir boşluk.
Ve ardından:
Tüm enstrümanlar, elektronikler ve gürültü tek bir anda çarpışır.
Patlama gerçekleşmiştir.
Kozmos yayılır, gazlar birbirine karışır; elementler birer çığlık gibi dağılır.
Sahne, titreşimle dolu bir enerji alanına dönüşür —
henüz hiçbir biçim yoktur, yalnızca hareket ve yoğunluk vardır.
O anla birlikte zaman da ilk vuruşunu yapar.
Evrenin ritmi başlar.
Her yıldız, her atom, her titreşim bu ilk vuruşun yankısıyla var olur.
Bu bölümde müzik, oluş halinin kendisidir:
yoğun, dalgalı, rastlantısal —
henüz bir düzenin doğmadığı ama doğmak üzere olduğu bir kaos.
Patlamanın etkileri dinmeye başlar.
Sesler geri çekilir, evren soğur.
Ritim yavaşlar; uzayın sessizliği, yeni bir titreşimi bekler.
Bir sonraki bölüm — suyun, hücrenin ve insanın ilk adımlarını atacağı yaşamın titreşimine zemin hazırlar.
“Başlangıçta kaos vardı… Düzen onun içinden doğdu.”
— Herakleitos’a selam.
Bölüm II: Romantik Sevişme (İlk Hücre ve Çoğalma)
Bu bölümde Cowbell ve piezzo kullanılarak, su altı atmosferinde hücrenin bölünme anları sesle canlandırılır.
Ardından ekip “Ateş Dansı” doğaçlamasına geçer.
Felsefi Bakış
Büyük Patlama’nın yankıları sönmez; evren hâlâ genişlemektedir.
Bu genişleme, bize zamanı verir.
Ve biz, bu sonsuz akışın üzerine —
ipe çamaşır asar gibi — ritmik döngüler asarız.
Zamanın boşluğunu müzikle doldurur, ona dokunmaya çalışırız.
Ama döngülerin ardında, insanın anlam arayışı çoğu kez nihilizmin sessizliğine varır.
Yine de, bütün bu anlamsızlığın içinde müzik,
ışık gibi zamanın parçalarına ilişir.
Senaryo Akışı
Güneş sistemi doğar.
Dünya, yaşama elverişli hale gelir.
Sessizlik yerini ritme bırakır; ilk titreşimler tempoya dönüşür.
Canlılığın kıvılcımı ateşlenmiştir.
İlk hücre bölünür, çoğalır.
Bir yaşamın devam etme arzusu vardır burada.
Biz buna “romantik sevişme” deriz —
çünkü varoluş, aşkın en eski dilini kullanarak kendini çoğaltır.
Müzik, atmosferik doğaçlamalardan çıkar, yavaş yavaş hareket kazanır.
Kozmik karmaşa, yerini ritmik dokulara bırakır.
Seyirci fark etmeden, adım adım bir akışın içine girer.
“Yaşam, içgüdüsel bir sevişmeden çoğaldı.” (Mitolojilere selam.)
“Her şey akar, biz ritimle yakalamaya çalışırız.” (Herakleitos’a selam.)
Bölüm III: İlk Işık ve Ozanın Dünyası
Yaşam, ışığın merakıyla kıpırdanır.
Suyun yüzeyinden süzülen bir ışık, hücrenin zarına çarpar.
O titreşimde merak uyanır — evrim o uyanışın peşinden yürür.
Merak, gözün yolunu açar.
Göz görür, gördüklerini hafızada biriktirir.
Hafıza bilince, bilinç insana dönüşür.
Işık Hücresi → Göz → Hafıza → Bilinç → İnsan Sözü
Ve sonunda insan sahneye çıkar.
Ama insanı anlamak kolay değildir.
Bu bölümde Âşık Veysel’in sesi duyulur.
Ona sorulur:
“İnsanlar ve eşyaların şekilleri hakkında düşüncelerin var mı?
Kendi dünyanda bir şekil veriyor musun?”
Veysel yanıtlar:
“Veremiyorum... Sebebi ise; insan kısım kısım, yer damar damar.
İnsanların hepsi bir renkte, bir ölçüde değil ki ona göre bir karara varayım... Varamıyorum.”
Ve ekler:
“Gözlerim açık olduğu zamanlarda kömürü görmüştüm, siyah diye onu tanıyorum.
Fakat kafamda canlanan; o siyah, insanların terbiyesiyle bir parlaklık meydana getirmiş.
Siyah aslında ama onda ziyat, parlayan bir ışık gibi bir şey var.”
Bu sözler, evrim zincirinin insan bilincindeki yankısıdır.
Hücrenin ışıkla teması ne ise, insanın karanlığın içinden ışığı bulması da odur.
Bölüm, “Ozanın Dünyası” bestesiyle hayat bulur.
Bestenin son kısmında sequencer’ın ışık patlamaları, bu içsel parıltıyı müziğe dönüştürür.
“Ve insan, karanlığın içinden ışığı buldu.”
— Nietzsche’ye selam.
Bölüm IV: Bilinç
Felsefi Bakış
Hafıza zamanla birikir; izler katmanlaşır.
Bu katmanların arasında düşünce filizlenir.
Düşünce, kendini düzen arayışıyla ifade eder:
matematikle, ritimle, dille…
Ama bu düzen kapalı bir döngüye dönüşmez.
Bilinç, tekrar eden motifler içinde sürekli yeni yollar arar.
Her arayış, kesintisiz bir akışın parçasıdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle der:
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında.
Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında.”
Bizim müziğimiz, Tanpınar’ın bu yekpare anına teslim olmaz.
Zamanın akışına dokunmanın imkânsızlığını kabul eder ama
yine de o akışın anlarına sesle dokunmayı dener.
Zamanı parçalanmaz bir bütün değil, anı tanecikleri olarak görür.
Her nota, bu taneciklere bırakılmış küçük bir izdir.
Bu nedenle, Tanpınar’a karşı değil,
onun düşüncesine paralel bir saygılı başkaldırıdır bu:
zamanın içinde kaybolmak yerine,
onu sesle görünür kılma çabası.
Senaryo Akışı
Bilinç sahnede kendi içine döner.
Artık dış dünyaya değil, içsel yankılara kulak verir.
“Her Şeyi Konuştuk” adlı parça bu katmanı temsil eder.
Tüm sorgulamalar yapılmıştır;
kelimeler tükenmiş, iletişim sınırına dayanmıştır.
Her insan bir telsizdir ama frekanslar tutmaz.
Doğayla kurulan cesur bağın ardından,
insanın insana ulaşamaması bilincin yalnızlığını ortaya koyar.
Ve burada Âşık Veysel’in sözleriyle aynı noktaya varırız:
“İnsanların hepsi bir renkte, bir ölçüde değil ki
ona göre bir karara varayım... Varamıyorum.”
Bilinç hem doğayla bağ kurmaya çalışır,
hem kendi yalnızlığıyla yüzleşir.
Ama hiçbirinde mutlak bir sonuca varamaz.
Cesur ama eksik, güçlü ama yaralıdır.
Bu yüzden bilinç, hem doğanın içinde
hem de kendi dışında, kesintisiz bir arayış olarak kalır.
“Düşünmek, ritmi matematiğe dönüştürmektir.” (Pitagoras’a selam.)
“Zamanın akışına sesle dokunmak…” (Tanpınar’a saygılı bir başkaldırı.)
(Âşık Veysel’e selam.)
Bölüm V: Huy
Felsefi Bakış
Bilinç yalnızca düşünmekle kalmaz; yaşama dokunduğunda huy olur.
İnsan, öğrendikleriyle alışkanlıklar edinir, anılarla rutinler kurar.
Ama bu rutinler yalnızca masum değildir:
bilgi kibri doğurur, kin birikir, öfke kalır.
Öte yandan merhamet, şefkat ve iyilik de
aynı bilincin tohumlarından filizlenir.
Huy, bilincin ete kemiğe bürünmüş hâlidir.
Senaryo Akışı
Müziğin omurgasını tekrar eden güçlü bir riff taşır.
Bazen koyulaşır, rastlantısal seslerle sabote edilir — kötü huyların yankısı.
Bazen açılır, bir solo ile genişler — iyi huyların ışığı.
Finalde riff dağılır, geriye yalnızca kuş sesleri kalır.
Doğanın saf nefesi, huyların ötesinde sessizce duyulur.
Beste – “Fantastik Canavarlar”
Fantastik canavarlar düşmüşler peşimize
Bizi onlardan kurtaracak bir şeyler lazım
Kaç kaç kaç kaç
Kaç kaç grup grup insanlar bir oraya bir buraya sıkarlar
Tohumu zehirli kromozomlar, yüzlerinde bir duvar var
Duvarlar var gözlerinde, ellerinde yargılar
Onu, seni, bizi ararlar; ışığa bakınca da korkarlar
Carl Sagan’nın mavi noktadan yollara çıktı tüm krallar
Firavun bile geldi geçti buradan, her birine selamlar
“Karakter, huyların toplamıdır.” (Aristoteles’e selam.)
“Mavi noktadan bakınca tüm huylar küçülür.” (Carl Sagan’a selam.)
Bölüm VI: Olmamanın Bilinçsizliği
I. Zaman Üzerine
Zaman, evrenin en uzun ölçüsüdür.
Tüm galaksiler, gezegenler, mevsimler, kalp atışları —
hepsi bu ölçüde birer vuruş olarak yankılanır.
Biz bu sonsuz ölçünün içinde kendi ritimlerimizi kurarız:
bir gün doğumu, bir nefes, bir konser…
Ama zamanın kendisi hâlâ ilk vuruşundadır.
Henüz ikinci vuruşunu yapmamıştır.
Tüm döngüler onun akışında döner;
biz yalnızca o akışın küçük kırıntılarına tempo tutarız.
Belki de müzik, zamanı görünür kılmanın en güçlü yollarından biridir.
II. Olmamanın Bilinçsizliği Üzerine
Olmamak, zamanın ötesinde bir yerdedir.
Ama biz onu bilemeyiz — çünkü “olmak” zamanın akışına bağlıysa,
olmamak zaten “bilmek” kavramının da önemsiz olduğu bir noktadır.
“Nokta” derken bile bir varlık belirtisinden bağımsız düşünemediğimiz için,
olmamanın kendisini anlamaya çalışmak
aslında bilincin kendi sınırına çarpıp yankılandığı bir sessizlik gibidir.
John Cage’in sustuğu anda duyulan nefes gibi —
aslında sessizlik bile ritmin bir parçasıdır.
Bizim yolculuğumuz bu farkındalığın etrafında döner.
Her bölümde doğduk, çoğaldık, ışığı bulduk, düşündük, huylandık…
ve sonunda anladık:
olmamak, ancak zaman durduğunda bilinebilir.
Ama zaman hâlâ çalmaktadır.
III. Yeryüzüne Dönüş
“Zaman Doldu” parçası, bu döngünün insana bakan yüzüdür.
Dünyanın karmaşası, kalabalığın içindeki yalnızlık,
ve sistemin içindeki isyan burada yankılanır.
Ama bu isyan, bir bitiş değil — evrene karışma isteğidir.
Umutsuzlukla dans ederken, zamanın akışı derya deniz…
Bu dizenin içinde artık zamanı ölçüyle değil,
üzerinde yüzdüğümüz bir deniz gibi hissederiz.
Parça bittiğinde sahnede yalnızca uzun bir pad kalır.
Belki bir ambulans uğultusu, belki bir nefesin sesi.
Zaman yine akar.
Ve siz…
bu akışın tanıkları.
Aslında hepiniz kendi döngülerinizde
zamanla birlikte çalıyorsunuz.
Her gün, her nefes, her karar bir ritimdir;
her tekrar, evrenin ölçüsüne küçük bir dokunuş.
Performans bitmiştir belki,
ama zaman hâlâ çalıyor.
Ve biz — hepimiz — hâlâ onun ilk vuruşunun yankısındayız.
Henüz ikinci vuruş gelmedi.